TEMEL ATMA MERASÎMÎ VE İNŞAATLA İLGİLİ İTİKATLAR (III)
KURBAN, İnsan Yerine Hayvan; HEYKEL; GÖLGE; EŞYA; FİDYE PARASI; ŞEYTANA da PAY
Kurban: Yunan Mitolojisinde, Truva harbi esnasında Aulis limanında toplanan donanma Agamemnon’un eskiden öfkelendirdiği Tanrıça Artemis’in havayı durgunlaştırması ve rüzgârları ters estirmesi yüzünden bir türlü denize açılamaz. Agamemnon, Artemis’in öfkesini dindirmek için kızı îfijeni’yi kurban etmek zorunda kalır, ancak Artemis, son anda İfijeni’ye acıyarak yerine bir ceylanın kurban edilmesini kabul eder. Aynı şekilde Hz. İbrahim’in oğlu İshak yerine bir koyun kurban edilmişti.
Medeniyet düzeyi yükselen toplumlarda kurban edilecek insanın yerine bir hayvan veya objenin temele konulması zamanla komik denebilecek haller bile aldı. Örneğin, Çin’de insan yerine resminin yakılması, Almanya’da kilise temeline hayatı simgeleyen yumurtanm konulması (Iserlohen’de Kirchspiels Kilisesi). Ro- ma’da insan heykelleri, İngiltere’de Kuzey Devon’da Chulmleigh Kilisesinin temelinde bulunan Hz. İsa heykeli, Hollanda’da kurban edilecek küçük çocuklar yerine basit kumaş bebekler, hatta içleri boş tabutlar, mumlar, insan boyunu belirleyen ölçülü çubuklar, v.s. eşya temellerde bulunmuştur. Bulunan madeni paraların da ülke hükümdarının resmini taşıdığını unutmayalım.
Ünlü antropolog Fraser Altın Dal (The Golden Bough) adlı eserinde, “Mitler değişir, adetler aynı kalır; insanlar ecdatlarının bazı merasimleri neden yaptıklarım çoktan unutmuş olmalarına rağmen, merasimleri neden yaptıklarını çoktan unutmuş olmalarına rağmen, kendilerinden önce yapılanları aynen yapmaya devam ederler” der.
Gölgenin insanın ruhu olduğuna dair inanç yaygındı.
Orta çağlarda, İngiliz adalarından Romanya’ya kadar bütün Avrupada, canlı insan yerine temellerin içine insan gölgesinin gömüldüğünü, profesyonel gölge satıcıları mesleğinin türediğini görüyoruz. Bunlar gizlice bir insanın gölgesini ölçüp, ölçüsünü temelin içine gömerlerdi. Halâ, Afrika’nın bazı yerlerinde bir insanın gölgesinin aynı zamanda ruhu olduğuna inanılır. Bir kulübe inşa edilmeden evvel, inşaatın sahibi bir değnekle farkında olmayan birinin gölgesini ölçüp, değneği kulübenin temelinin içine atar.
Hiçbir Afrikalı, bilerek, gölgesinin inşaatın temeline gömülmesine müsade edemez, zira, tanrılar, kendilerine ithaf edilen gölgeye bir an önce sahip olabilmek üzere acele edecekler, gölgesi ölçülen kişinin yakın bir gelecekte ölümü mukadder olacaktır.
Şeytanla yapılan uzun ömür, gençlik, kudret elde etme pazarlıklarının karşılığında gölgenin şeytana satılması ile ilgili birçok folklorik hikaye vardır. Gölgeyi yakalamanın en kolay şekli ölçüsünü almaktı, bu da ancak sahibinin ölçüsünü almakla olabilirdi. Çocuk yaşlarımda elime geçirdiğim bir çelik metreyle çevremdeki kişilerin boyunu ölçmeye çalışıyordum, Kırım asıllı anneannemin bana engel olarak boy ölçmenin uğursuzluk getireceğini söylediğini hatırlarım. Orta çağın kara büyü ile ilgili cadı davalarında, kişilerin boyunun ölçülmüş olması cadılığın delili olarak kabul ediliyordu. Günümüzde hala, İngilizce “I took his measure, I reckoned him up”, dilimizde de “boyunun ölçüsünü aldım” veya tehdit olarak, “boyunun ölçüsünü alırım, ha…” deyimleri yerleşmiştir.
Hayvan kurban etme adedi daima kurban edilecek insanların yerini almamış, bazen her iki adet birlikte sürdürülmüştür. Bu defa, kurban edilecek hayvan, tanrı-totemi remzeden kutsal hayvan olup, kurban edilişinin sebebi temsil ettiği totemin ruhunu bağışlamaktı. Adetin sebebi ne olursa olsun, yakın tarihlere ka- ı dar temellere bazı kutsal hayvanların gömüldüğü saptanabilmiştir. Lauderdale
House, Highgate, Londra’da bir temelin içinde bir kırık bardak, iki ayakkabı ve mumyalanmış tavuklar, Cricsea, Essex’de de bir kazıda, temel duvarları içinde, mumyalaşmış bir kedi bulunmuştur.
i Ruhlan teskin ve memnun etmek gayesiyle, kurban yerine, temelin içine fid-
I ye parası atıldığı da görülür. Bu âdetin birçok yerde, bu arada memleketimizde
de geçerli olduğunu görüyoruz.
– Çok karışık felsefelere şahit olan Orta Çağda, Şeytan’ın da hatırı kalmasın di
ye, veya tamam olan herşeyin bir parçasını bozarak kötü ruhların kıskançlığını önlemek üzere, bazı temellerin içine, gizlice, bir parça insan veya hayvan pisliğinin de konulduğu tesbit edilmiştir.
I GEMİLERİN DENİZE İNDİRİLMESİ: ŞAMPANYA
Gemiler de binalar gibidir. Eski zamanlarda bir kadın kurban edilmeden yeni bir gemi denize indirilmezdi. Kurbanın boynu geminin pruvası üzerinde kırı- i lir, kanı yanlara sıçrar ruhu da yeni evine girerek fırtınalarda geminin güvenliği
ni sağlardı. Viking gemilerinin pruvalarını çok kez ağaçtan oyma bir kadın başı süslerdi. Geminin ruhu dişidir, hatta İngilizce dilinde eşya “it” zamiri ile tarif edilirken, istisna olarak gemi “she” dir. Tanrılar, ruhlar kıskançtır; başka bir kadının gemide bulunmasını geminin dişi ruhu kıskanır, ve hala günümüzde yeni bir gemiye bir kadının binmesi uğursuzluk sayılır; ancak, dişi ruh sahibi olması için de şampanya şişesini bir kadın kırar.
Şampanyaya gelince de şöyle bir saptama yapabiliriz: Kurban kadının boynunu pruva üzerinde kırmak yerine, boyunlu bir kabın (şişe) kmlması ve içindeki kırmızı şarabm dökülmesi ikame edilmiştir. İş şaraba kalınca da, bu kez, nedeni unutulan adet yeni şekli ile devam ederek, rengine bakılmaksızın en pahalı şarap ya da şampanya
kırmızı şarabın yerini almıştır.
İNŞAAT YERİ VE YÖNÜNÜN SEÇİMİ :
İnşaat yeri ve yönünün seçimi ruhların arzularına aykırı olmamalıydı; bunun için de, kurban edilen hayvanların iç uzuvlarının durumu tetkik edilerek doğa ötesi kuvvetlerin arzuları anlaşılmaya çalışılır veya aynı gaye ile doğa olayları tefsir edilirdi.
Aztek’lerin efsanelerinde, Meksiko şehrinin kurulacağı yeri, ağzında yılan tutan bir kartalın uçuş yönü ile konduğu yer tayin etmiş.
İrlanda’da geçen asra kadar, inşaat yeri seçildikten sonra toprağa yeni bir kürek saplanır, ertesi sabaha kadar cinler, periler küreği yerinden çıkarmadıkları takdirde, inşaata başlanabileceğine dair kanaat hasıl olurdu. Başka bir İrlanda âdetine göre, rüzgarlı bir havada havaya atılan bir şapkanın düştüğü yere inşaat yapılırdı; böylece, inşaatın yerini ve yönünü insan değil, tanrılar seçmiş olurdu. Yerin saptanmasından sonra da bir rahibin takdisi muameleyi tamamlardı.
Binalara veya bazı kısımlarına doğru yönün verilmesi de çok önemliydi. Hz. Süleyman’ın mabedinin kapılarının doğuya baktıkları ve kutsal emanetlerin mabedin batı kısmında bulundukları bilinir. Kiliselerin mihrab kısmı daima doğudadır; camilerde ise mihrab Mekke’ye göre yönelmiştir.
EŞİK VE KAPI :
Evlerin eşik ve kapılarının kötü ruhları durdurduklarına ve şömine kısmının da en kutsal yer olduğuna, iyi ruhların ocak ve baca içinde yaşadıklarına inanılırdı. Kötü ruhları korkutmak maksadıyla çatılardaki dereler, kapı ve pencere kenarları korkunç hayvan şekilleri ile süslenirdi.
Evin iç dünyasını dış dünyadan ayıran eşik, kurbanların kesildiği, İlâhilerin okunduğu bir merasimle kutsal kılındığından, üzerinden geçmeden önce, önünde diz çökülür, toprak, eşiğin kendisi veya üzerine çakılı muska öpülür, elle dokunulur, üzerinden sağ ayakla geçilir, veya ayakkabılar çıkarıldıktan sonra üzerinden atlanırdı.
Ph. F. Waterman, istisnasız her eşiğin kutsal sayıldığından, eşiğin üzerinden geçmenin yeniden doğuşu ifade ettiğine, bu sebeple, eşiğe ayağın takılması, veya üzerine basılmasının iyiye alamet sayılmadığma dair inancm geliştiğine inanır. Van Gennep, “Rites de Passage” (Geçiş Ritleri) isimli eserinde, kapı ile eşiğin sem- bolizmasını bir dünyadan bir diğerine kutsal geçiş penceresi olarak izah eder. Bir evin eşiği ile kapısı yuvayı dış dünyadan, mabedin kapısı ise cismanî dünyayı kutsal dünyadan ayırır. Dolayısıyla, eşiğin üzerinden geçmek bir yeni dünyaya girmek demektir ve düğün, takdis, tekris ve cenaze merasimlerinde eşik önemli bir rol oynar.
Eski Roma’da, biri ileriye diğeri de geriye bakan çift yüzleriyle, tanrı Janus, eşiğin üzerinden evin içine ve dışına bakardı. Yeni gelin eve geldiği zaman Ja- nus’un heykelini kurt yağı ile yağlar ve üzerine yün bağlardı. Bundan sonra da damat gelini eşiğin üzerinden taşırdı. Gelinin ayağının eşiğe değmesi Janus’a saygısızlık olacak, evin bereketi gidecekti.
Aynı âdeti eski Çin’de görmekteyiz. Çin’de, eşik kan ve su ile arıtıldıktan, üzerine güzel kokular sürüldükten ve nazarlıklarla süslendikten sonra, gelin kucakta, ayağı
eşiğe değmeden, üzerinden aşırılırdı.
Hala bugün, yeni evleri muvakkat bir otel odası dahi olsa, damat gelini eşiğin üzerinden taşır, eşiğin üzerine basılması veya ayağın takılması uğursuz kabul edilir.
XIII üncü y.y.ın ünlü seyyahı Marco Polo, Pekin’de, Kubilay Han’ın saray kapılarının eşiklerini silâhlı muhafızların beklediğini ve kimseyi eşiğe dokundurmadıklarını yazar. Tatar hükümdarlarına ait çadırların eşiğine dokunan kişi idam edilirdi. Bağdat’da halife saraylarının eşiklerine dokunmak ağır bir cürüm olarak kabul edilirdi.
XIV üncü y.y. îngilteresinde zamansız doğan buzağılar tavla eşiğinin altına gömülerek bu nevi erken doğumların önlenebileceğine inanılırdı. Ürgüp-Göre- me havzasında bulunan kiliselerin büyük bir kısmının eşik altlarında bebek mezarları bulunmuş olup, bunların da hastalığa ve erken ölüme karşı kullanıldıkları tahmin edilmektedir.
Pitagaros, eşiğe ayağı takılana dönmesini tavsiye ederdi.
Aynı şekilde, eşikten geçerken hapşırmanın iyiye alamet olmayacağına inanılır, eşiğin üzerine oturulmaması tavsiye edilirdi; “Eşikte oturma, iftiraya uğrarsın” eski bir Anadolu deyimidir.
Batı Afrika’da bir salgın hastalık görüldüğü vakit eşikler kurban kanıyla yıkanırdı. Heredot, eski Mısır’da, kutsal domuzların eşik üzerinde kurban edildiklerini anlatır. Babil’de ise, eşik üzerinde kuzular kurban edilir, kanlan kapı direkleri üzerine dökülürdü.
İslam ülkelerinde sünnet edilen çocuğun, ileride, sihir yoluyla, sünnet derisini eline geçiren bir yabancının nüfuzu altına girmesini önlemek üzere, söz konusu deri parçası, eşik altına gömülürdü.
13 Mart 1995 tarihli “Yeni Yüzyıl” gazetesinde, “Kara Kitap Yolculan” başlıklı makalede Yezîdilerin eşikle ilgili inanışlarına da yer veriliyor: Yezîdilerin hac yeri olan Lalesh koni biçimindeki kubbelerden oluşuyor. Tapınak topraklarına ayakkabı ile girmek yasak. Ziyaretçiler yalınayak yaklaşık 300 metrelik bir yolu katetmek zorunda kalıyor. Binada Şeyh Adi’nin ve diğer din büyüklerinin türbesi bulunuyor. Eşikten üzerine basılmadan yer öpülerek girildikten sonra zeytinyağı dolu kandillerle aydınlatılan mabedin içerisine giriliyor.
Musahipzade Celâl Bey, “Eski İstanbul Yaşayışı” adlı eserinde, loğusa yatağı bahsinde, eşikle ilgili aşağıdaki tafsilâtı vermektedir:
“… Yatağın yukarısına ve duvara, sırmalı kese içinde, mutlaka Kelâm-ı Kadîm asılır, onun arkasına da bir şiş üzerine soğan saplanır üstü kırmızı sakangıır*’la sarılır, sarımsak ve nazar boncuklarıyla süslenirdi. Şişe saplanmış bu soğan, loğusa hamama giderken, evden çıktığı sırada, kapının eşiğinde loğusa tarafından ezilir ve bu suretle güya o evin acı görmemesi ve acıların def edilmesi temin edilmiş olurdu…”
İnsanların kapıdan geçme alışkanlıklarının ruhlarda da aynen mevcut olduğuna inanılırdı. Bu nedenle, kapıların kötü ruhlara karşı muhafaza edilmeleri lâzımdı. Ölüm vuku bulduğu vakit, kötü ruhlar özellikle faal olduklarından, kapıların üzerine çelenkler, siyah tüller asılır; bir müddet ölü evinden ayrılmayan merhumun kıskanç ruhu, aynada aksini gördüğü ziyaretçinin ruhunu son seyahati esnasında beraberinde götürmesin diye aynalar örtülürdü. Bir aynanın kırılmasının uğursuzluk getireceğine dair itikat da menşeini aynı inançta bulur. Aynada görülen akis ruhun ta kendisidir ve ayna kırıldığı zaman ruh vücuttan ayrılabilecektir.
Ölümün kapıyı çalmadığı normal zamanlarda dahi kapıları düşmanlardan korumak gerekirdi. Çin’de ejderhalar, Babil ve Asur’da kanatlı boğa ve insan başlı aslanlar saray kapılarını beklerken, Mısır’da sfenskler mabed ve mezarları korurlardı. Saray kapılarının aslan ve diğer muhtelif hayvan şekilleriyle süslenmeleri bu adetten ileri gelir. Kapı tokmaklarını süsleyen kadın başları, esasta, nazara karşı kullanılan yılan saçlı “meduza” başlarıdır. Aslan başlı kapı tokmakları da sık sık görülür.
* Sargı bezi olarak kullanılan bir şerit tülbent.
Celil Layiktez
Kaynak: Tesviye Dergisi Sayı 17